Genç Yazılar
Genç Hikayeler
Genç Şiirler
Genç Makaleler
Genç Fikirler
Genç Mizah
Haftanın Genç Yazısı
Genç Yazarlar Komitemiz
Üyelik İşlemleri

mail.jpg (2821 bytes)

Yazılarınızı göndermek için tıklayın

 
 
Adınız Soyadınız
E-mail Adresiniz
Arkadaşınız Adı
Arkadaşınız Email Adresi
Email in Konusu
 
Bu yazı 8.04.2008 tarihinden beri 225 kez okunmuştur
Yazının Başlığı Yazar Adı Gönderilme Tarihi
Mor Vosvos Belirtilmedi 8.04.2008

 

 

MOR VOSVOS

 

- bölüm I -

 

Hafıza Kaybı:

 

I-)

 

  O, şu anda kendini tüm dünyadan soyutlanmış hissediyordu. Şu anda sanki nerdeyse tüm insaoğlundan uzak, ıssız bir arazide, kaza geçirmiş bir Ford Anglia'in yanıbaşında, yerde, sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Kulağına gelen ses sadece rüzgarın sessiz fısıltısıydı...

   Yapraklar hışırdıyor, salınıyor, sanki dünyaya yeni gelmiş bu insanın önünde eğilerek onu selamlıyordu. Fakat o anda o, bunların tüm hepsinden uzak bir hissizlik içindeydi. Sessizdi, hareketsizdi...

   Kalbinde anlaşılması pek de güç olmayan aşırı hızlı bir çarpıntı vardı; yerde öylece baygın bir halde yatarken tüm hissedebildiği rüzgarın fısıltısı ve bazal metabolizmasının dalga geçer gibi verdiği kalp çarpıntsıydı.

   Gözlerini açmak istedi...

   Ve ne göreceğinden habersiz, ortasında bebekleri olan, dünyaya açılan - öyle olmasını umuyordu - iki beyaz kürenin deriden perdelerini kaldırdı.

   Ama acımadı.

   Evet, gözlerini ilk defa açıyor gibi geliyordu kendisine, ama beklediği acı gelmedi: Gözlerinin önüne batmakta olan güneşin kızılımsı altın rengi geldi. Ve bulutlar... Minik duman kümeleriydi...

   “Burası Cennet mi?” diye düşündü.

   Gözlerini biraz daha indirdiğinde uzayıp adeta sonsuzluğa giden çift şeritli yolu gördü... Ve yol kenarında seyrek üç beş tane küçük ağaç... Ve koyu sarı çim topluluğu.

   O anda tüm sinir hücrelerine korku dalgası hâkim oldu: kalbi artık daha hızlı atıyordu, vücuduna kan daha hızlı yayılıyordu, daha hızlı nefes alıp veriyordu... Ölüm korkusu duyuyordu...

   Daha kim olduğunu bilemeden, burada ne işi olduğunu öğrenemeden ve hatta neden burada bir kaza olduğunu öğrenemeden öbür tarafı boylayacaktı.

   Anglia tam dibindeydi. Ona yaslanarak ayağa kalkabilirdi belki de, tabii hâlâ kullanabildiği bir çift ayağı varsa... Hemen baktı. Evet, orda duruyorlardı fakat onları kıpırdatabilecek miydi ki? Nasıl emir verebileceğinden habersiz, hatta farkına varmadan sağ ayağını kaldırdı önce. Sonra da diğerini... Ayak parmaklarını oynattı.

   Oh!

   Peki ya elleri?

   Onlar da hareket etti.

   Peki ya yüzündeki derin yaralar... Daha doğrusu böyle bir şey var mıydı? Bilmiyordu. Öğrenebileceği tek yer, eğer olur da ayağa kalkabilirse, Anglia'nın - tabii varsa - kırık olmayan bir camıydı; aynaların sağlam olmasını beklemiyordu.

   Zorlukla ve acıyla da dolu olsa inadına inat, ayağa kalkabildi. Fakat kalkar kalkmaz aynı korku yeniden yüzleşmek zorunda kaldığını hissetti. Yüzüne bakmalı mıydı?

   Cevap, hayır, oldu; henüz değil.

   O yüzden de araca pek yaklaşmadan tepesinde tüten dumanı seyretmeye koyuldu. Aslında yapacağı başka hiçbir şey de yoktu. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Sonsuzluğa doğru giden yola bakmak da kararını değiştirmemesine yardımcı oluyordu. Galiba burdan kimse geçmeyecekti. Açıkçası işin en acımasız yanı da buydu: Orda öylece çömelmiş otururken, yanan Anglia'yı seyretmekten başka bir seçeneğinin bulunmaması. Kimdi, kim bilir? Neredeydi? Buraya nasıl gelmişti?

   Orda oturalı dakikalar ya da belki de saatler geçmiş olabilirdi, ama yine de kimsenin geçtiği yoktu yoldan. Hava da kararmaya başlıyordu. Güneş çoktan, uzakta tek tük seçilebilen sisli tepelerin ardında batmıştı. Gökyüzünde hafif bir sigara dumanı andıran bulutlar vardı. Ve parlak, ışıl ışıl yıldızlar...

 

II-)

 

   Sesi duyduğunda saat gece yarısını geçmişti. Hatırlayacak ya da düşünecek pek bir şeyi olmadığından - tabii, kim olduğunu ve burada ne aradığını saymazsak - rahat uyuyabilmişti. Ama sonuçta sesi de duymuştu ve uyanmıştı rahatça.

   Fazla düşünmeden olabileceği en seri şekilde ayağa kalktı ve birden kendini yola attı. İlerden gelen arabanın uzun farları gözlerini kamaştırıyordu. Ama buna kızmıyordu. Sonuçta biri onu kurtarmak için gelmişti.

   Her iki kolunu da olabildiğince hızlı sallıyordu. O anda kim olduğunun ya da nerde bulunduğunun hiçbir önemi yoktu; onu buradan birisi kurtarsın, bu yeterdi onun için.

   Araba yavaşlayarak durdu. Farları söndü. Tıkırdayan motoru sustu. Gözleri karanlığa alışmakta güçlük çeken genç adam birkaç saniye başı öne eğik bekledi. Sonra öndeki arabanın bir kapısı açıldı. Sonra da yerde yumuşak ayak sesleri duydu. Ama o hiçbir şeye bakamıyordu. Gözleri öylesine kamaşmıştı ki kör olduğundan korkmasına yol açtı bu.

   Ayak sesleri çiçeğimsi bir koku da getiriyordu beraberinde. Bu koku genç adama karşısındakiyle ilgili, onun sıcak, cana yakın biri olacağıyla ilgili bir önyargı getirdi.

   Sonunda gözleri karanlığa alıştığında karşısındakine baktı: Omuzlarından daha aşağı düşmeyen kızılımsı kahverengi saçları vardı karşısındaki genç kızın. Teni hafif esmerdi. Boyu da tam kendi gibi ama bir-iki santim kısaydı. Üzerinde mor bir bluz ve koyu yeşil, diz altına gelen tayt vardı...

   Ama sonra kız konuştu: "Bu kadar incelemeden sonra herhalde kim olduğunu da söylersin."

 

III-)

 

   "Ha... Şey... Affedersin... eee..."

   "Sohbetine de doyum olmuyor hani. Yoksa bir adın yok mu?"

   Genç adam şaşkınlık içerisindeydi. Durumunu karşısındakine nasıl anlatabilirdi ki? "Ee... Affedersin ben hafızamı kaybettim de. Ee, bir de şu gördüğün araba var ya, ondan sadece küçük bir yara iziyle – o da sanırım - çıktım ve nerde olduğum hakkında hiçbir fikrim yok" mu diyecekti?

   Sessiz de kalamazdı...

   Genç kız elini uzattı. "Ben İlkay. Ve tanıştığımıza memnun oldum." Sesi ince, eli de zayıf, ince deriliydi.

   Genç adamın kalbi yine attı hızlı hızlı. Yüzünün kızardığını da hissetti hatta. Ama vaktin gece yarısı olduğuna şükrediyordu.

   Tam elini uzatacakken genç kız elini çekti. Sonra genç adam da elini çekti; ama tam çekerken bu sefer de genç kız elini uzattı. Genç adam da uzattı. Ve genç kız tam elini çekerken genç adam İlkay'ın elini yakalamayı başardı.

   Bir an için birbirlerine öylece baktılar ve neden sonra da aynı anda gülmeye başladılar. Ve hazır genç kızın elini yakalamışken de, sonra olacağına şimdi olsun, dedi ve “Ben de, Geçmişi olmayan adam," dedi.

 

 

Yolculuk:

 

I-)

 

   "Niçin burada olduğun hâlâ açıklamadın," dedi kız. Sıcak bir gülümsemesi vardı.

   "Pek açıklayabileceğimi sanmıyorum. Dediğim gibi, ben geçmişi olmayan bir adamım. Burada nasıl bir kaza olduğunu ve hatta niçin bir kaza olduğunu kesinlikle bilemiyorum."

  Genç kız biraz düşünür gibi durdu, sonra da bana katılmak ister misin?" dedi.

   İlkay'ın sıcaklığına karşın yine de ona güvenmekte tereddüt ediyordu. Bu yüzden de tekrar ardındaki yola baktı; sonra da ileriye: Başka bir çaresi yoktu. Ama yine de temkini elden bırakmadan, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

   "Ha, işte! Ben de bunu sormanı bekliyordum. Bir dakika bekler misin?"

   Genç kız tekrar arabaya döndü. Tek kapılıydı araba ve küçük bir tosbağa gibi duruyordu. Karanlıkta rengi pek seçilemiyordu ama o, küçük tosbağanın mor renkte olduğuna emindi. Daha fazla incelemeye fırsat bulamadan İlkay geldi. Elinde harita vardı...

   Haritayı yere koydu. Sonra çömeldi. Onun hareketlerini izleyen genç adam da aynı İlkay gibi yere çömeldi ve haritaya bakmaya koyuldu.

   "Yanıma yaklaş," dedi genç kız. "Oradan biraz dünya ters gibi durabilir."

   Güldüler.

   Genç adam İlkay'ın yanına yaklaştı ve o da İlkay gibi büyük kâğıt parçasına bakıyordu şimdi.

   "Uzun zaman önce bir yolculuk planladım," dedi İlkay, direkt, genç adamın gözlerine bakarak. Genç kızın açık kestane rengi gözleri vardı.

   "Gözlerin çok güzeel!" dedi genç kız.

    Genç adam ne yapacağını bilemedi. "Öyle mi?" diyebildi sadece.

    "Evet: Yeşil."

    "Sahi mi? Şey... Sağ ol..."

    Bir saniye öylece birbirlerine baktılar sonra tekrar haritaya bakmaya koyuldular.

    "Burası bizim başlangıç noktamız, " dedi İlkay küçük bir ada ülkesini göstererek. Gösterdiği nokta İrlanda’ydı.

   "Ne yani, şimdi biz İrlanda’da mıyız?"

   "Evet. "

   Adamın kafası şimdi allak bullak olmuştu. İrlanda’da ne işi vardı? Onu buraya getiren neden neydi?

   "Eminim şu anda neden burada olduğunu sorguluyorsundur…"

   "Evet. Buraya nasıl oldu da geldim ben? Neyse evet, ilk durağımız neresi olacak?"

  

 
Genç yazarlar Kulübü / Web Tasarım : Orhancam