Genç Yazılar
Genç Hikayeler
Genç Şiirler
Genç Makaleler
Genç Fikirler
Genç Mizah
Haftanın Genç Yazısı
Genç Yazarlar Komitemiz
Üyelik İşlemleri

mail.jpg (2821 bytes)

Yazılarınızı göndermek için tıklayın

 
 
Adınız Soyadınız
E-mail Adresiniz
Arkadaşınız Adı
Arkadaşınız Email Adresi
Email in Konusu
 
Bu yazı 8.05.2008 tarihinden beri 230 kez okunmuştur
Yazının Başlığı Yazar Adı Gönderilme Tarihi
Değerlerimize Kulp Takılıyor Halkım Uyan! Belirtilmedi 8.05.2008
Bir başka gün daha yine o bacasız, içeride kızıl derili ateşi yanan binada toplanmamız gerekiyor. Saçma sapan bir mevzu söz konusu her zamanki gibi. Top sakalın yasaklanması gündemde. Tabi top sakalı olanlar da var içlerimizde ve bu durum başta onlar için geçerli. Buna tabi kimsenin itirazı olamaz. Olmaz da zaten. Hepsi birilerini sorguya çekip uyararak içlerindeki ezikliği bastırmak gayretinde. Çünkü hepsi bir şeyleri başaramamış insanlar sürüsü. Şimdi böyle yaparak kendilerini toplumda önemli insanlar olarak hissediyorlar. Bu onlara göre büyük bir şey, çünkü bir yandan egolarını tatmin ediyorlar, bir yandan herkese üstünlüklerini gösterme fırsatı buluyorlar. Bu olayları sergilemede her şey çok basit: Bul, takip et, uyar, eğeri uyarı tanınmaz ise yık… Her şeyi birkaç çapulcu toplanmış Allah’ın kılıcını oynuyorlar. Yıkarak oluşturulan bir hiyerarşi, kırık suratlar, dökük çeneler, bıçak yarası taşıyan bedenlerle karılan, binlerce Anadolu esnafının rızkından çalınarak karılan harçtan yapılan bu binanın içindeyiz. Burası lanetli! Atalarımızın adını ağzına alan bu insanlar! Bu insanlar da lanetli! Psikolojik rahatsızlıkları olduğunu sandığım bu insanların yaptıkları her şey saçmalıktan ibaret! En akıllı insan bile bu lanetli yerde gerçekleştirdiği kısmen güzel denebilecek uygulamaların gelecek lanetliler tarafından yağmalanacağını akıl edemiyor. Bu lanetli insanların dumanların arasındaki görüntüsü bana fantastik kitaplarda okuduğum ruhunu şeytana satarak çirkinliğin son boyutlarına ulaşan ucubeleri hatırlatıyor. Bu lanetliler topluluğunun arasında bazı kimseler var ki, zehir vücutlarında ya yeni ilerlemeye başlamış ya da zehirsizler. Bu insanlar da olmasa sanırım kafamı hiç yerden kaldıramayacağım. Kendime hep soruyorum: “Madem böyle, neden bu lanetli yerden ve lanetli insanlardan uzaklaşmıyorum?” Cevabı basit: “Ben de lanetliyim” Bu lanetten kurtulmak mümkün mü bilemiyorum. Ama en çok istediğim şeylerden biri şüphesiz budur. Yaptıklarımı düşünüyorum, uyardığım insanları, canını yaktığım kimseleri, bunlar beni o kadar da sarsmıyor. Beni sarsan şey bu lanetten kurtulmanın tek yolunun lanetimi başkasına bulaştırmak ve daha sonra gireceğim psikolojik bunalımdan en çabuk sürede kurtulmak için çabalamak. Bu beni derinden sarsıyor. Bundan kurtulacak olmam değil, gireceğim psikolojik bunalım da beni etkilemiyor çünkü her şeyimi feda etmeye hazırım bunun için. Gelgelelim ki kendimle ilgili şeyleri feda etmekten korkmuyorum. “Başkasına bulaştırdığım lanetin günahını nasıl çekeceğim? Allah beni bunun için sorguladığında ona ne cevap vereceğim?” Geriye tek bir çarem kalıyor, tatlı dille konuşmak… Bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu biliyorum, biliyorum çünkü tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır, ama ağzını her açtığında zehirli alevler fışkırtan, nefesinden şer akan bir ucubenin delikten çıkması için tatlı dile gerek yoktur. O içinizdeki korkuyu hissetti mi bitmişsiniz demektir. Kaçacak bir delik aramayın. Ağzında nöbetçi olmayan bir delik bulsanız bile içeride tüm zehrini toplamış bir kobra görürsünüz. Bu lanetli insanlar çok asil bir hayvanı da lekelemeyi başarmışlardır. Artık o da zehirlenmiştir. Milletimizin görünce onurlanacağı hayvan artık değersiz ve sadece hayvan özelliği taşıyan bir mahlûktur. Bu lanetten o zavallı hayvan da nasibini almıştır artık. Sen gururla onun resmini ceketime iğneleyemiyorsan, bu hayvanın suçu değildir, ona lanet bulaştıran suçudur. O’nun öyle bir adaleti vardır ki, asla şaşmaz asla terazisi fazla tartmaz. Şüphesiz ki O hepimizin amellerini yargılama hakkına sahiptir. Adını kullanarak günah işlemekten korkmayanların cezası yeterince verilecektir, buna inancım var. Fakat hala idrak edemediğim şey bunu suçsuzca yapan, halkımızın dediği gibi cahilce yapan, yani lanetin farkında olmayan gariban, çorabı delik Mc Donalds’tan yiyemeyen Anadolulu genç nasıl bir ceza ile karşılaşacak? Benim cevaplayamadığım sorulardan birisidir bu. Hepimizin cevaplandıramadığı sorular vardır. Yine şüphesizdir ki Allah herkes için en iyisini bilir. Bunları düşünerek beynimi epey yoruyorum. Bunları çözmem gerek belki ama bunun için zaman şu an değil. Şu an gitmem gereken bir davet var. Lanetli mekândan ayrılıp, başka bir yere gidiyorum ki burada durum daha da içler acısı. Yıkanıklar! Benim düşüncelerimde onlara seslenişim bu şekilde. George Orwell’ın “1984” isimli romanında hemen hemen her yerde karşınıza çıkan bir cümle vardır:”Büyük biraderin gözü üzerinde”. Hemen aklıma bu söz geliyor. Ne kadar da anlamlı sözler kullanmış yazar romanda. Onu her defasında tebrik ederim içimden, ne zaman kitabını görsem ve içini açıp birkaç bölümü okusam. Yemek yenmek üzere ve kimse ne kadar da aç olsa gecikmeden şikayet ediyor gibi görünmüyor. Sanırım bundan şikayetçi olan tek kişi benim. “Ağabey ben çok acıktım, ne zaman yiyeceğiz ya?” Ortamda bulunan bir kişi hariç herkes sualimden rahatsız olmuş olacak ki yüzüme değişik bir ifade ile bakıyorlar. Bu ifade bana üvey kardeş olduğumu hissettiriyor. “Dışlanılması gereken biri!” diyor matematik bölümünde okuyan bir öğrenci bakışlarıyla. Kürt olduğunu söyleyen yuvarlak yüzlü bir sınıf öğretmenliği öğrencisi “Diğerlerinden burada olmaması gerekiyor!” diyor. Evin başı olduğunu anladığım, evde hiçbir fiziksel işle ilgilenmeyen otuzlu yaşlardaki bodur ve orta kilolu biri bir şey diyecek oluyor fakat beni yemeğe davet eden sınıf arkadaşım “Ali Ağabey bir gelir misiniz” diyor ve beraber odadan çıkıyorlar. Arkadaşımın bakışlarında apayrı bir şey vardı ki, “Hayır o bizden olabilecek birisi, bizi daha iyi tanıması için buraya çağırdım onu, lütfen ona bu şekilde davranmayın, ilk günden bunu yapmamalıyız!” diye avazı çıktığınca bağırıyor. Ali Ağabey ile birlikte arkadaşım odadan çıkıyorlar. O zamanlar anlamadığım şey sanırım benim iyiliğim için uğraştıklarını sanmalarıydı. Odaya tekrar dönüldüğünde hava biraz daha değişmişti. “İnsan ne kadar nefsinin esiri olursa o kadar günah işler. O nefistir ki insanı kötülüğe ulaştırmak için bedensel ihtiyaçlarını kullanılır. Onu ne kadar köreltebilirsek, kendimizi kötülükten o kadar arındırmış oluruz.” “Dediniz ya bedensel ihtiyaçlarımızı kullanarak bize kötülük işletir, yani tam olarak açıklasanız pek anlayamadım da.” “Yani nefis yemek yemeni ister, uyumanı ister, meşru dairenin dışına çıkmanı ister. Nefsinin esiri olmuş bir insandan kimseye hayır gelmeyeceği gibi, kendisine de hayır gelmez. En çok da kendine zarar verir.” Diğerleri fazla konuşmuyordu. Başlarını yere eğmişler, konuşanı çobanları ilan ediyorlardı. Ben ise hala kafamda sorular taşıyordum. Bu soyut kavramlardan sıkılmıştım. Biliyordum ki soyut konuşmalar yapmakta gayret eden birisi kendini gizemli ve önemli göstermek gayretindedir. Onun bu madalyonu takmasına izin verip vermeme konusunda kararsızdım. “Ya nefisi biraz anladım. Ama onu nasıl köreltebiliriz, mesela siz bir şey yapıyor musunuz? Hani kötü yollu şeylerden uzak durduk diyelim, sonrasında yemek yemek, uyumak bunları nasıl aşacağız?” Hala anlamadığımdan sıkılan bir bakış yok karşımda. Bu şeyleri belki yüzlerce kere söylemiş gibi görünen, ama bundan hiç rahatsızlık duymayan bir bakış var. Kısa boylu orta yaşlarına yaklaşmış, Ali Ağabey diye seslenilen adam devam etti: “Farzı misal uyku saatlerini düzenlileştirip, iyice azaltırsın. Bu nefsinin uyku isteğini azaltmış olur. Yemeği de tıka basa değil, yeterince yersin. Bu senin daha rahat hareket etmene, yemekten sonra üzerine yorgunluk çökmemesine yarar. Dilini ve kulağını küfürden uzak tutarsın ki pisliklere bulaşmayasın. Tek başına olmamaya çalışırsın. Bizler evde birisini tek başına bırakmamayı tercih ederiz. Çünkü o şeytandır ki insanları yalnızken daha kolay ele geçirir. İstediklerini daha kolay yaptırır. Bizim ağabeylerden biri oturarak uyuyor. Nefsini terbiye etmek için. Nefsi ne kadar doyurursan o kadar istekleri artar.” Kendimi gülümsemekten alıkoyamadım. İnsan hiç oturarak uyur mu, ne salakça diyordum içimden. Gülümsemem bir ara kahkahaya dönüşmüştü ve yine bütün dikkatleri toplamayı başardım. Bu sefer diğerleri “bizim en değerli ağabeyimiz seninle görüşmek için bir sürü fedakarlık yapıp buraya kadar geliyor, sen ne yapıyorsun?” diyorlardı düşüncelerinde. “Kahkaha atmak pek güzel bir davranış değildir. O ağabeyin kendi fikridir. Bunu sorgulama hakkı sana ait değildir. Ama bunları öğreneceksin. Sen Akdenizlisin sizin oralar pek muhafazakar değiller bildiğim kadarıyla, yanlış biliyorsam düzelt lütfen. Ben İç Anadoluluyum, mesela ben Akdenizli olsaydım belki de bu eve gelmezdim bile. Sen değerli birisin. Yeteneklerini boşa harcamaktan kaçın. Bir uğraş uğruna harca hayatını derim sana. Boşu boşuna geçen bir yaşam, hiç de hoş bir yaşam değildir. En azından namaz kılıyorsun ve namaz insanı her kötülükten korur. Bir amacı olmayan kimse hiçbir işe yaramaz. Değersiz bir yaşam sürer ve öylece ölür gider. Öteki tarafta melekler ona dünyada yararlı ne yaptın diye sorduğunda verecek tek bir cevabı bile olamaz.” “Anlıyorum hocam.” diyerek onayladım. Yüzlerinde değişik bir ifade vardı. Başarmış bir insanın yüz ifadesi bu. Bunu tanıyorum. Ama onların bilmediği bir şey var ki karşılarındaki kimse idealist bir insan ve bağnazlık onun en büyük düşmanıdır. İlk aşamalarda herkesin kabulleneceği ve itiraz edemeyeceği kesin yargılar çıkıyor karşıma ve onaylamaktan başka bir çarem kalmıyor. Bu durum devam ettikçe, onaylamaya alışan, her şarkı sözünde kafa sallayan rock dinleyicileri gibi, her söze kafa sallayan koyuna dönüştürmeyi amaçlıyorlar bireyi. Bu kimse aynı zamanda psikolojik savaştan da kaçınmayan birisi. Gözleri hep bu yeni avın üzerinde, tatlı bir gülümseme ile. İşte bu gülümseme en zor kırılan iradeleri bile kırabilir gibi geliyor bana. Bu türden bir psikolojik savaşla karşılaşmayalı belki çok üzün süre geçti. Ama önlemlerimi her psikolojik savaşı sezdiğim zamanki gibi yine almış durumdayım. Yapılabilecek en ilginç şeyi yapıyorum ve içimde reddetmeme rağmen sözlerimde ve tavırlarımda onaylıyorum. Gerçek düşüncelerimi öğrenmemeleri gerekiyor. Hep maske altında bir tavırla yaklaşıyorum. Tamı tamına ele geçirdiklerini düşündükleri anı bekliyorum. Çünkü o zamana kadar öğrendiklerim incir kabuğunu doldurmayacak bilgiler olabilir ve uğraşımın hiçbir anlamı olmayabilir. Bu benim için en kötü son olurdu. Devam etmeliydim. Ve bu saçmalıklardan daha fazlasını öğrenmeliydim, zira bunlar onların açık verdiği şeyler ve benim için ise bu şeyler iç yüzlerinin kanıtları. George Orwell “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” isimli romanında halkın esir alındığından bahseder. Bu esaret fiziksel değildir, psikolojiktir. İnsanlar o kadar inandırılmıştır ki düzene, sisteme karşıt düşünceli biri ile karşılaştıklarında onu gammazlamaktan onur duyarlar. Çünkü bu onları sisteme daha elverişli yapacaktır ve bu sayede ona duyulan güven de artacaktır. Bunun sonucunda asla “Sevgi Bakanlığının zindanları”nı görmeden yaşayacaktır. Orwell’ın insan ihtiyaçlarının minimum tutulmasını sağlamadaki yolu çok basittir. Halk sürekli gerçekte var olmayan bir savaşın içindedir. Bahsettiği savaş gerçek bir savaştır, ülkeler arasında geçen ve erzakın azalmasına neden olan gerçek bir savaş. Yıkanıklarda ise durum ilginç şekilde benzerdir. Yine bir savaş vardır. Bu savaş iman sahibi olduklarını iddia eden ve kendilerini diğer insanlardan üstün gören bu zavallılar(birçoğu gerçekten masum olan ama sistemin içinde harcanan zavallı gençler) ile öte yandan dini değerlere yeterince önem vermeyen ailelerin çocukları ve dininin gereklerini yerine getirmek için elinden geleni yapan ılımsız İslam’ı benimseyen diğer insanlar arasında sürüp gider. Yıkanıkların amacı yaptıklarının gerçekten İslam adına yapıldığını kanıtlamaktır ve bu sayede rejimlerine daha çok insanı bir çırpıda katabileceklerdir. Bu yıkanıkların sisteminde Orwell’ın modeline aykırı olan yerler de mevcuttur. Orwell’ın insanları sürekli savaş içerisindeki bir popülasyondan oluşur. Bu süren savaş da onlara birçok zararlar verir, bunların başında da gıda problemleri gelir. İnsanlara sayılı ekmek verilir, içecek olarak acı kahve ve cin verilir. Yıkanıklarda biraz farklılıklar olmakla beraber çarpıcı derecede benzerlikler de bulunur. Onların yiyecekleri sonsuzdur. Çünkü her geçen gün daha zenginleştikleri sakız gibi ağızlarında dolaştırılır. Bu sayede de bizim Türk Milleti’nin insanlarına da gözdağı verilmeye çalışılmış olur. Başarılır. Dostlarımın birçoğu “Türkiye’nin başlıca problemi irtica” demekten kendini alıkoyamıyor. Müslüman bir ülkede “Allah rızası için” dedikten sonra istediğinizi yapabiliyorsunuz. Bu yüzden dilenciler “Tanrı’nın oğlu İsa için” demiyorlar. Çünkü leş kargaları bile avına nasıl yaklaşacağını bilirler. Konumuza dönecek olursak, yıkanıklarda yemek ve gıda başarının bir ödülüdür. Sıkıntılı günlerin geride kaldığının belgesi olarak düşünülür. Orwell’da ise sıkıntı hep devam ediyordu ki bu sayede ayakta kalınıyordu. Orwell’ın sisteminde rahatlık, düşünce yetisinin yeniden programlanması demekti. Günümüz şartlarıyla bakacak olursak, insanları kesip biçmek artık pek de kolay değildir. Bu yüzden de en basit yol en etkili yoldur. Allah için… Daha çok insan demek daha çok para demektir. Ne kadar insanı bedava çalıştırabilirseniz, o kadar kar etmiş olursunuz. Üstelik sermaye olarak kullanabileceğiniz bir sürü temiz kelle var elinizde. Eskiyeni atmak gibi bir mecburiyetiniz de yok, çünkü bu temiz kelleleri yaşamının sonuna kadar kullanabilirsiniz. Eğer bir köşeye atıp da yenisi kullanayım derseniz, başıboş bıraktığınız kimse yavaş yavaş beynindeki örümcek ağlarından kurtulmaya başlayabilir. Bir tanesinden zarar gelmeyebilir, ya da bin tanesinden… Peki ya bir milyonundan? Hoş sohbetimiz ortaya getirilen yemeklerle durduruldu. Herkes bir telaş içine girdi. Yemek için olsa gerek diye düşünüyordum ve yanılmadım da. Herkesin yardımıyla sofra kuruluyor ve başında toplanıyoruz. Herkes bekliyor. Önce vaazını usul usul dinlediğimiz ağabey denen güler yüzlü herif bir lokma alıyor ve daha sonra da herkes yemeye başlıyor. Fazla konuşulmuyor. Kimse kimseye fazla bakmıyor. Ekmek önümde biter bitmez, yenisi bir anda konuluyor, su der demez hemen dolduruluyor. Çok şaşırıyorum. Bana maddiyatın gereksizliğinden bahseden bu yıkanmışlar şimdi de leoparın avını parçalayışı gibi yiyorlar. Sanki bir daha hiç yemek bulamayacaklarmış gibiler. Yemek yiyişlerini izlerken dahi iştahım kaçıyor. Bu kadar da vahşice yemek yiyen insanlarla karşılaşmaktan hoşnut olduğum söylenemez. Ağabey olarak adlandırılan şey bana yine bakışlarında bir şeyler belirtiyor: “Bizim evlerimiz böyle. Karnın asla aç kalmaz. Bizim çok insanımız, çok paramız ve her yerde elimiz var” diyor bana. Bu ifadeden tarif edemeyeceğim bir şekilde korkuyorum. İştahım kaçıyor. Lavaboya gideceğimi söyleyerek ayrılıyorum ve tekrar döndüğümde televizyonun süs eşyası veya beyin yıkama disklerini izleme aracı olarak kullanıldığı salona geri dönüyorum. Tekrar oturmayışım yemeğin başına dikkatlerini çekmiş olacak ki, bana sonsuz ısrarlarda bulunuyorlar. Fakat ısrarların hepsini reddedip yerde yemek yiyenlerden uzak bir koltukta oturuyorum. Kendi kendime soruyorum: “Bu mu olmak istediğin? Sürekli yemek yedirerek, bir şeylerin göz ardı edilmesini başaran büyükleri kim bilir ne düşünüyor?” Bu insanlar gibi olup olmamak konusunda kararsızım. Dünya acılarını tattıklarını ve bu yüzden de komşusu aç iken tok yatanın Müslüman olmadığını savunan bu insanların yediği yemekler kim bilir en zengin ailelerin bile yediği yemeklerden güzeldir belki de. Çelişki üzerine çelişki var elimde anlattıklarına karşılık. Oturarak uyuyan, bunu eleştirmeye kalktığınız zaman da bunu yargılama hakkının bizim olmadığını söyleyen bu insanlardan olma fikri beni korkutuyor. Laf olsun diye bir korku değil bu. Gerçek bir korku… Yemek bitiyor ve duyulan ezan sesi ile namaz kılma vaktinin geldiğini söylüyorlar. Uyuklayan insanların beyinlerinde, bilemiyorum fakat “namaz mı kılınır şimdi?” gibi bir olacağını seziyorum. Beş vakit namaz kılmaya alışkın olmayan şahsımda bu düşünce mevcut. Onlarda bu düşüncenin olup olmadığını kestiremiyorum. Kimse sızlanmadan namaz kılmak için büyük salona toplanıyor. Namaz kılınıyor ve o günün önemini ve/veya güncel bir konuda izlemeleri gereken stratejiyi, liderleri olduğunu tavırlarından belli eden Ali Ağabey diye seslenilen şahıs fotokopi halinde her eve dağıtılmış bir kitapçıktan okuyor. Kimse ses dahi çıkarmıyor, ne bir soru ne de bir onaylama cümlesi. Bağnazca kabul etmekte zorunlu olduklarını seziyorum. Bugün benim bu tarikat ile tanıştığım ilk gündü ve ilk izlenimin çok önemli olduğunu hepimiz biliriz. Annemin endişelerini anlıyorum. O bana hep tarikatlardan, cemaatlerden uzak durmamı söylüyor. Ailem dini yargıları önemseyen bir kesimden olmasına karşın aşırı olan her şeyin insana yarardan çok zarar sağlayacağını öğütlüyor. Ben ise daha farklı bir görüşü benimsiyorum. Hayatta tatmadığım, görmediğim şey olmasın istiyorum. Çünkü biliyorum ki bir insan dostunu da düşmanını da tanımadan hep bir adım geride kalacaktır. Bu sebepten dolayı araştırma yapmaktan korkmuyorum. Tabi buna bir de deforme olma korkusu eklenince, kendimi oldukça muhafaza etmem gerektiğini düşünüyorum. Bunu başarıp başaramadığım sizlerin takdirinde. Hala korkuyorum bu tarikattan. Ne de olsa insan bilmediği şeyden korkarmış. Bildiği şeyden korkuyorsa demek ki o şey gerçekten korkulacak bir şeydir. Bende durum biraz daha farklı. Ben hayatımda kesin çizgiler bulunmasın istiyorum. Elbette prensiplerim var. Onlar olmadan koyunlaşmış birine dönerdim sanırım. Her şeyi kabullenen Orwell’ın insanlarına dönerdim bir anda. Bu yüzdendir ki birçok şeyi merak ederim. Birçok şeyi öğrenmek isterim. Hiç ilgim olmayan şeylerde bile bir fikrim olsun isterim. Her bo.a maydanoz olan insan var ya, işte o benim demekten de korkmuyorum. Kendini eleştiremeyen birisinin kendini ne kadar tanıdığını da tartışmalı. Bu yıkanık olarak tabir ettiğim, kendilerini başka bir millet gibi gören insanlar eleştiri yeteneğini kaybetmişler. Sanırım en kötü şey başkasının hazırladığı kalıplar üzerine bir yaşam kuran insan tipidir. Nereye kadar gidip, hangi sınırlara takılacağı bellidir. Belki kötülüklerden uzak duruyordur, belki tebessüm etmesi gerek yerde tebessüm ediyordur, ama duygularının bile ne zaman nasıl olacağını başkalarının seçmesine isteyerek ya da istemeyerek müsaade etmenin ne kadar hoş olacağını bilemiyorum. Her insan bir dünyayı temsil eder ya, benimkinde insan bir yerlere bağlı olmaksızın kendi sınırlarını kendi çizsin gibi prensipler zinciri var. Bu zincirin halkalarından birini de özgürlük ile tamamlıyorum. Ülkemizin özgür beyinlere ihtiyacı var. Kalıplara göre yaşayan insan topluluğuna yazıklar olsun ki onlar bir pencereden bakıyorlar. Belki ben sadece bir kapıdan bakıyorumdur. Ama benim kapımın ne kadar geniş olacağına nihayetinde ben karar verebiliyorum. Bu benim için mutluluktur. Özgürlükten doğan bir mutluluktur. Herkesin mutluluk kavramı farklı olabilir, benimki bununla tarif ediliyor. Bazılarının mutluluğu rakip takımın otobüsünün camını parçalamak olabilir, bir diğerininki sokakta geçen kızlara edepsizlik yapmak da olabilir. Ben bir insanın eğitiminin bir kısmını iş hayatında ya da başka bir zorlukla geçirmesini diliyorum. Bu onun için o kadar değerli bir öğüt olacaktır ki, işte o zaman sahip olduklarının değerini anlayacaktır. Kendi kararlarını kendinin verebilmesinin, ekonomik özgürlüğün ne kadar iyi hissettireceğini fark etmesi lazımdır. Belki milletimizin en büyük eksikliklerinden birisidir bu. Küçük yaşlardan itibaren gittiğimiz okulda bize buyruklara karşı boyun eğip, sorgulamadan yerine getirmeyi aşılıyorlar. Bunun faydalı bir davranış olduğunu sanan büyüklerimiz topluma ne kadar zarar verdiklerini fark edemeyip, bastırılmış duyguların açığa çıkınca ne kadar vahim durumlar yaratacağını kestiremiyorlar. Belki de fark ediyorlar ama yoktur ki kimseye faydası geç kalınmış bir fidanın. Elbette asilik kötü bir şeydir. Fakat demek istediğim, gerektiği zaman tavrını koyabilen insanlarımızın olması. Bir alış-veriş mağazasında pahalı bir fiyatla karşılaşan bireyin “pahalı olduğu için alamayacağım” yerine “rengi pek hoşuma gitmedi” dememesi gerekiyor. Ya da araştırmamız için hocamız bize bir konu verdiği zaman “hocam bu konu değil de şu konu benim daha çok ilgimi çekiyor, o yüzden siz de uygun görürseniz bu konu üzerinde araştırma yapmak istiyorum” diyebilmesi de önemlidir bence. Tabiî ki bu ve buna benzer durumlar toplumda köklü bir değişim gerektiriyor olabilir. Örneklemek gerekirse, hocamız bu düzende yetişmiş bir insan olduğundan, “hocanın dediğini nasıl beğenmezsin sen ,küstah seni!” demesi için başka bir nedene gerek olmayacaktır. Bahsettiğim şeyleri ütopyalaştıran bir durumdur bu. Demokrasi diye bahsedilen şey eğer gerçekten büyük sınırlara sahip olsaydı, sosyal demokrasi denen bir kavram bulunsaydı, bunlar o kadar da ütopik olmazdı. O zaman televizyonda gördüğümüz tıp alanında gerçekleşen gelişmeler gibi bir on yılda hepimiz çevresinde görebileceği, bazılarının farkında bile olmayacağı fakat içinde yaşarken kullanacağı şeyler olup çıkarlardı. Ne de olsa bahsettiğimiz şeyler somut değiller. Fakat biliyoruz ki soyut şeyler ortaya çıkabilmesi için öncelikle somut şeyler olmalıdır. Orwell’ın insanlarından alıntı yapacak olursak, insanın düşünmesine yol açacak şeyler hep engelleniyor. Düşünce polisi bu kanunun uygulanmasını sağlıyor. Toplumumuzda ise düşünce polisi başka mekanizmalarla mevcut düzenin içine işlemiş durumda. Televizyonda izlediğimiz diziler, gündemi haftalarca belki de aylarca meşgul eden konular bizim düşüncelerimizi doğrudan engellemiyor. Fakat düşünce yetimizin engellenmesi söz konusu değil yani, ama düşüncelerimi başka yönlere çekiyorlar. Bizi hastalıklı bir millet olmaya iten şeyler farkında olmadan bize aşılanıyor. Bu zehrin farkında bile olmayan insanlarımız antidota ihtiyaç duymuyorlar. Başı ağrıyan insan uykuda ise neden ağrı kesici atmaya ihtiyaç duysun ki, bu oldukça saçma olurdu. Size somut bir örnek vermeyi kendime borç hissediyorum. Ben bu satırları yazarken gündemi meşgul eden konulardan biri de başörtüsü ve/veya kimilerine göre türban üniversitelerde serbest olsun mu olmasın mı? Ben bu konuda bir görüş yansıtmak istemiyorum. Benim yakındığım tamamen başka bir konu. Biz bu türban ya da başörtüsü denen çaput parçası ile vakit kaybederken olanlar… Eş zamanlı olarak kaybettiğimiz şehitler, her geçen gün artan işsizlik. Neden kimse bunlarla ilgilenmiyor? Çünkü başka şeyler düşünmemiz gerekiyor. Okuma özgürlüğünün engellenmesi, kurtlar vadisi ya da iddiadan başka konuşacak konumuz yok mu bizim? Amerika’ya hakaretler yağdırmak bize iyi mi hissettiriyor? Unutmuş durumdayız. İncirlik üssünü kullanan Amerika’yı unutmuş durumdayız. Bu ülkenin bir karış toprağı için toprağa düşenleri unuttuk. Mc Donalds’larda oturduk, Cafe’lerde oturduk. Başka milletler çok fazla kitap okuduklarından sosyal ilişkilerinde yıpranmışlık oluşuyormuş(!). Biz hala “hangi dizide kim vuruldu? Hangi karakter hangisine iyi bir ders verdi? Hangi şarkıcı hangi elbiseyi giydi, az sonra”larla yaşıyoruz. Bu bizim milletimize akıtılan bir zehirdir. Bu zehrin farkında bile değiliz. Adidaslar lazım bize arkadaşlarımızın arasında havalı olabilmemiz için. Yaşadığım bir mevzudan bahsetmek istiyorum. İlköğretim beşinci sınıfta iken sınıfta bir grubumuz vardı. Özel bir kanalda yayımlanan “Power Rangers” isimli biraz çocuksu bir diziyi izler, sınıfta da arkadaşlarımızla tartışırdık grubumuz içinde. Yine dizinin saati gelmişti ve ben izlemek için çıldırıyordum. O zamanlar o dizideki grubun üyelerini kendi aramızda taklit ediyorduk ve rolümüzü iyi oynayabilmemiz için diziyi kaçırmadan izlememiz gerekiyordu. Herkes kendi “Ranger ”ının özelliklerini, davranışlarını çok iyi bilmeliydi. Babam ve annem ise TRT’de yayımlanan ve Dolmabahçe Sarayı’nı tanıtan bir belgesel izliyorlardı ve ben de dizimi izleyebilmek için müsaade istedim, lakin izin vermediler ve izlediklerinin benim izlediğimden daha önemli bir şey olduğu konusunda ısrar ettiler. Benim bitmeyen ısrarlarım karşısında babam dedi ki; “Oğlum sorarlarsa sen de Dolmabahçe Sarayı’ndaki tarihi eserleri anlatırsın, onların hiçbiri bunu bilmediklerinden dolayı utanır. Onlara ne kadar güzel bilgiler öğrendiğini anlatırsın, hepsi şaşırır” dedi. Ben o an sustum. Hala içimde diziyi izleme konusunda iddia vardı fakat artık bunu bastırabiliyordum. Verdiğim örnekteki gibi bir aileye herkes sahip olamaz. Benim babam bana hayır dendiğinde ne yapmam gerektiğini öğretti. Tabi bunu yaparken de bana gerekçesini de bildirdi ki nedensiz yere tatsızlık çıkmamış oldu. Bahsettiğim yıkanıklarda ise yirmi iki yaşına gelmiş gençlere gerekçe sunmadan ne yapmaları gerektiği söyleniliyor ve onlar da itiraz etmeden buyruklara uyuyorlar. Babam bana o diziyi izlememem gerektiğini söylerken yanı sıra ne kazanacağımı da söyledi, on bir-on iki gibi çok küçük yaşta olsam bile. “Susma sustukça sıra sana gelecek” vardı bir zamanlar ve bunun da üzerine bir anlam yüklenerek tarihe karıştırıldı ve biz de sustuk. Endişelenmeyin, sıra bizi geçeli yıllar oldu. Amacım ideolojik bir şey yansıtmak değildir. Sadece cümleciğin saf anlamını kullandım. Biliyoruz ki Türk Milleti oldukça asildir. Böyle bir milleti çökertmek ya da doktrinlerinizi kabul ettirmek başka milletlere benzemez. Bunu başarabilmeniz için çeşitli silahlarınızı çeşitli yönlerden hedeflerinize ateşlemeniz gerekir. Çünkü birçoğu hedefini bile bulamayacaktır. Ama istatistik bilimine göre hiçbir şey imkansız değildir. Sadece bazı şeylerin gerçekleşme olasılığı çok düşüktür. Bu küçük olasılık bile umut vaat edebilir. Silahlarınızın yönlerini, çeşitlerini ve sayılarını tespit etmelisiniz. Zamanına kadar sessiz kalmalısınız ki güçlendiğinizin kimse farkında olmasın. Zamanı geldiğinde yaydan çıkan oklarınızı karşılayacak kalkanlar bulunmayacağından hedeflerinizi de doğru seçtiyseniz başaramama ihtimaliniz daha düşük olacaktır. Bunun yanı sıra başka şekillerde de amacınıza ulaşabilirsiniz. İnsanların kişisel zaaflarından yararlanmak da zor bir yol değildir. Hedef aldığınız toplumu etnik gruplara, ırklara, azınlıklara, dine ve daha aklıma gelmeyen birçok değere göre bölebilirsiniz. Böldüğünüz bu parçaların her birinde kullanacağınız değişik silahlar da ilerleme kaydetmenizde fayda sağlayacaktır. Bazı tarikatlar umut vaat eden insanları teker teker arayarak seçip bir araya getirerek, bu insan kitlelerini insan kütlelerine dönüştürerek amaca hizmet ediyorlar. Kütle halindeki insana benzeyen şeyler ya çok sınırlı derecede konuşuyorlar ya da sadece kendilerini ilgilendiren konularda gerektiği kadar konuşuyorlar. Diğer zamanlarda yere bakmakla yetiniyorlar. Bu insanlar tehlikelidir, çünkü toplumdaki en zeki, dahiyane zekalara sahip olan kimselerdir. Bu insanları tespit edip, henüz düşünebiliyorlarken etkisizleştirmek gerekmektedir. Bazıları ise kitap okuyanlardır. Bu insanlar yeterince uyanık kalmalarına yardım edecek kitap okurlarsa bu durum da tehlike arz edecektir. Bu kimselerin kağıt parçası kadar değeri olan kitaplarla karşılaşmaları sağlanmalıdır. Ya dilinden hiçbir şey anlaşılmayan süssüz kitaplar okumalı gerekir ya da cinayet serisi, akıcı kitaplar okumaları gerekmektedir. Böylece ilk ya da ikinci bahsettiğim tarzların dışına çıkmamaları gerekmektedir. Başka seçenekleriniz olsa da yapamayacağınız tek şey, ona kitap okuma demektir. Çünkü kitap okuyan bir birey kitap okumanın ne kadar yararlı bir davranış olduğunu bilecektir ve bunu söylediğiniz takdirde, örgütünüze ya da tarikatınıza ya da adı her ne ise topluluğunuza karşı bir antipatisi oluşacaktır. Bir diğer kimseler var ki onların yaşamları bilgisayar, play-station ya da x-box ve daha ismini bilmediğim araçları kullanarak gecesini gündüzüne katarak oyun oynayan kesim. Bu insanlara karışmanıza pek gerek yoktur. Zaten karışsanız da ondan olumsuz yanıtlar duyabilirsiniz. Onlar zaten düzene ayak uydurmuşlardır ve tehlike arz etmezler. Onların tek umurunda olan şey rahatsız edilmeden oyunlarını oynayabilmektir. Bir de iman derecesi yüksek şahıslara rastlayabilirsiniz. Onların pek fazla dünyevi zaafları olacağı söylenemez. Varsa da bunu bulmak uzun zaman alabilir. Biz yine en kolay yolundan bahsedeceğiz. Onu İslam’ı sömürerek ayakta kalan bir cemaate mensup edebilirsiniz. Bu sayede itiraz da etmeyeceğinden kolayca kendi safınıza çekmiş olursunuz. İlk olarak her şey ona ve diğer bütün Müslümanlara uygun gibi gösterilecektir. Koyun moduna sokulana kadar buna devam edilmelidir. Bunun için bir kişi görevlendirilmelidir. Aksi takdirde kişinin görmesi veya duyması için erken olan bir takım şeyleri duyması olasıdır. Birisinin gözaltında tutması gerekmektedir. Üstlerine sürekli rapor vererek ilerleme olup olmadığını bildirmesi gerekir. Çünkü bu tür cemaatlerde hiçbir ferdin, özellikle de alt seviyede bir ferdin tek başına karar vermesine izin verilmez. Beyni yıkanmış bu fertler sebebini bilmedikleri doktrinleri diğerlerine, bir zamanlar üstündekilerin de kendine yaptığı gibi aşılaması gerekmektedir. Bunun gerçekleşmemesi gibi bir durum söz konusu ise zinciri oluşturan kişilerden biri zayıflaşacaktır. Bunu katiyen kaçırmayan üst tabakalardakiler büyük ihtimalle o halkanın yerine değiştireceklerdir. Ortada bulunan bu halkanın kopması demek, arkasında bulunda diğer halkaların da kopması demektir. Bu yüzden bazen sebebi bildirilerek, bazen ise bir şey sezdirilmeden o halka zincirin en uzak yani en son yerine eklenir. Bu sayede kopmak isterse de kendinden başkasına zararı olmayarak kopacaktır. Buna sürgün de denmektir. Biraz somutlaştırırsak, tarikatın içinde görevini tam olarak yapmayan birisi var ise diğer yoldaşlar arasında rezil edilebilir, küçümsenebilir. Bu genelde umut vaat eden kimseleri titretip kendine döndürmek için uygulanır. Kişinin kendine güvenip, azmetmesini sağlar. Eğer umut vaat etmeyen bir vaka söz konusu ise ağabey denen şeyler, kişi ile yalnız konuşup onun için en iyisinin ücra bir yerde olmasının olduğu bildirilir. Ta ki görevlerini doğru düzgün yerine getirene kadar okulundan daha uzak bir yerdeki bir eve atılır. Ya da yiyecek takviyesinin az olduğu, yardımların az olduğu bir bölgeye atılır. Eğer bu kişi çalışan ise ve işi de cemaate bağlı bir iş ise, kişinin unvanı düşürülebilir ya da maaşı azaltılabilir. Tarikat asla acımaz. Gözyaşı nedir bilmez desek de işine geldiği zamanlarda bilir. Mesela duygu sömürüsü yapmak için, saraylarda yaşayan büyük lider ekranlarda ağlar ve dünya zevklerini tatmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu söyler. Hatta ve hatta çok daha ileri gidip, dinimizce değeri büyük insanları rüyasında gördüğünü onun da kendisine buyruklarda bulunduğunu dahi iddia edebilir. Toplumumuzda hala ben Mesih’im diyenlere inanlar olduğunu görüyoruz televizyonlarda. Tükürükle iğleştirenler, nefesi kuvvetliler, geleceği görenler bunun gibi binlerce şey. Mucizeye açız biraz galiba. Esrarengizlik bizi mutlu ediyor. Bu tarikatın içindeki bir arkadaşım beni zaman zaman değişik kitaplarla görüyor ve bana “bizim okuduğumuz kitapların içinde bunların hepsi var. Sen neden bunları okuyorsun ki?” diye bir sualde bulunuyor. Ben de içimden “yıkanıklar” kelimesinin oldukça makul bir isim olduğuna kanaat getiriyorum. Aynı arkadaşım ve bir yandaşı hala bana tatmin edici açıklamalarda bulunmak istiyorlar. Amaçları beni aralarında görmek, bu su götürmez gerçek. Fakat ben yine öğrenmediğim bir şey kalmasın edasıyla rol yapma gereği duyuyorum ve anlatmalarına devam etmeleri için ikna oluyormuşum gibi bir izlenim bırakıyorum. Devam ediyorlar. Sahabelere dayanarak kendilerinin kutsal olduklarını, bu evlerde kalanların cennete gideceğini söylüyorlar. Bunu duyduğum an artık devam edemeyeceğimi fark ediyorum ve beni önü almaz kahkahalar kaplıyor. Bu kadar komik bir şeye nasıl inandıklarını kestiremiyorum. Ama üzülüyorum da, toplumumuzda bu kadar basit beyinli insanların var olmasından dolayı. Bu bizim toplumumuz. Onlar da bu toplumun bireylerinden. Kendilerini neye adamış olurlarsa olsunlar bizim bireylerimiz. Son zamanlarda kamu personeli sınavlarında bu tarikatın mensupları iyi derecede başarı göstermeye başlıyorlar. Özellikle şu geçtiğimiz yıllarda alınan toplu polislerden hatırı sayılır miktarı tarikatın mensuplarıydı. Bu konuyu araştırıyorum. Ortaya çıkan ise korkumun daha da artmasına sebep oluyor. Ağabeyleri, davamızda başarılı olabilmek için bir şekilde en kısa yoldan devlette çalışmaları gerektiğini ve bunun için de mezun olan her üniversitelinin polislikte şansını denemesi gerektiğini söylüyorlar. Bu durumun gerçekleştiğini de biliyorum. Emekli polis olan babam irticadan nefret eder. Ama şu an birçok polisin çocukları, ağabeyler ablalar diye adlandırdıkları tarikatın evlerinde kalan birçoğu üniversiteli olan gençlerin yanına ders çalışmaya, vaaz dinlemeye gidiyorlar. Sadece onların çocukları değil tabi. Daha yüz binlerce kimse çocuklarını bu evlere göndermekte sakınca görmüyorlar. Orada ders çalıştırılıyor, dini bilgilerin yanı sıra, ailelerin bilmediği bir takım ideolojiler aşılanıyor. Çok da kolay oluyor. Ne de olsa ağızlarından düşmeyen cümle “Allah rızası için”. Aileler çocuklarını gönderiyorlar. Karşılığında da evlerde kalan öğrencilere yemek, eşya, para yardımları isteniyor. Fakat evlerde kalan kimselere bu maddi unsurlar birinci elden değil, çeşitli yollardan ulaşıyorlar. Öncelikle yeteri kadarı büyükler tarafından, hangi kritere göre olduğu bilinmeyen bir şekilde kesiliyor. Evdekilere de ancak mızmızlanmalarını kesecek kadarı dağıtılıyor. Çoğu zaman da bu tarikat evlerine kandırılarak çıkarılan öğrenciler bu burs için çıkıyorlar. Bu burs da dünyanın diğer ucundan geliyormuş gibi yavaş geliyor. İlk başlarda belki aksatılmadan veriliyor. Fakat eninde sonunda bir kesintiye uğruyor. O zaman da “senin paran çok hayırlı bir işte kullanıldı, sana sevap olarak geri döneciktir” gibi şeyler söyleniyor. Bu ne kadar sinir bozucu olsa da karşıdakinin itiraz hakkının yok edilmesini sağlıyor. Bu insanlar kul hakkına girmekten korkmadıkları gibi, İslam dinini kendilerine göre değiştirmekten de hiç korkmuyorlar. Daha önce bahsettiğim lanetliler olarak tabir ettiğim kimseler şerefli insanlar en azından. Dini bir Türk için zorunluluk olarak görüyorlar onlar da, fakat bilmedikleri konularda asılsız iddialarda bulunmaktan korkuyorlar. O insanlar değerli insanlar, çünkü milletin kanını yavaş yavaş hissettirmeden emmiyorlar. Eğer bir şeyleri sömürmek istiyorlarsa bunu açıkça ve göstererek yapıyorlar. Bundan dolayı tehlikenin boyutları kestirilebiliyor. İrtica tehdidi ülkenin damarlarında yavaş yavaş yayılan ve kalbe ulaşana dek sessiz duracak bir zehir. Koca bir ülkeyi tehdit eden bir zehir. Bu zehir nasıl mı büyüyor? Tabiî ki bizlerin çocuklarını gönderdikleri ağabey ve ablalara gönderdiğimiz paralarla. Kadir Özkan ulaşım adresi: biologist_idealist@hotmail.com
 
Genç yazarlar Kulübü / Web Tasarım : Orhancam