Bahçenin en unutulmuş,en yalnız köşesinde dört yapraklı bir yonca varmış.”Dört yapraklı yoncalar şans getirir.” derler ama onun hiç şansı yokmuş çünkü bahçenin en nadide yerindeki gül fidanına aşık olmuş.Her gün onu düşünüyor,her an onun hayalini kuruyormuş.Her ne kadar güneş ışıkları yoncaya uğramadan geçip gitse de,o her güne taptaze bir umutla başlıyormuş.Her gün yalnızlığının gölgesinde gizlenip gülü izliyormuş.
Mevsim kış…Her gün gül fidanıyla konuşmaya karar veriyor ama vazgeçiyormuş.Kırılıyormuş tüm cesareti onun karşısında…Sonunda yaz mevsiminin gelmesini beklemeye karar vermiş çünkü yaz günlerinde her zamankinden daha canlı,daha yeşil oluyormuş.Aslında beklemeye karar verirken içinde birazcık bile olsa umut varmış çünkü gül fidanı kışın çiçek açmadığı zaman bahçede ondan daha güzel birçok kardelen oluyormuş ancak yoncanın gül fidanının yazın çiçek açıp daha da güzelleşeceğinden haberi yokmuş ve umutla yazın gelmesini beklemeye başlamış.Her dakikasını,her saniyesini kısaca her anını kendini daha da güzelleştirmek için harcıyormuş.Her yaprağıyla ayrı ayrı ilgileniyor hepsini yeşillerin en güzeliyle süslüyormuş.Tüm kış boyunca bıkıp usanmadan hazırlanmış hazırlanmış hazırlanmış…
Sonunda beklenen yaz gelmiş…Yonca kış boyunca gizli gizli hazırladığı güzelliğiyle aşkını söylemek için gül fidanının yanına gittiğinde gül fidanının yanaklarında çiçekler açtığını,etrafına eşi benzeri görülmemiş kokular saçtığını,kıpkırmızı çiçeğinin her bir yaprağının hafif hafif esen rüzgarla birlikte nazlı nazlı salındığını görmüş…Allah’ım bu ne güzellik,bu ne ahenk?Adeta bir mucizenin o gülün,yoncanın biricik gülünün,bedeni ile kendi ruhunu birleştirerek yeniden hayat bulmasıymış,yoncanın karşısında duran bir yudum güzellik.İşte o anda güle ne kadar geç kaldığını anlamış zavallı yonca…Dili tutulmuş o güzelliğin karşısında.O çiçeksiz,en kötü haliyle bile yoncayı kendine deliler gibi,sırılsıklam aşık eden gül şimdi güzelliğini bir mucizenin ruhuyla birleştirmiş daha da güzel haliyle yoncanın önünde duruyormuş.Yonca önce umutsuzca aşkını söyleyecek gibi olmuş ama kelimeler henüz dudaklarına ulaşamadan kalbinden akan gözyaşlarıyla birlikte boğulup gitmiş.Tek söz bile söyleyemeden sessizce arkasını dönüp gitmiş;ağır adımlarla,umutsuzluğunun gölgesine doğru…Tekrar yalnızlığının gölgesine çekilmiş yonca…
Yonca artık her gününü gülü izlemeye adamış…Gülü izledikçe onun da yaza aşık olduğunu anlamış.Onun da yaz için tüm güzelliğini toplayıp bir yudum,hatta bir yudum değil bir damla aşk umarak yazın kapısına gittiğini görmüş.Zaten onun gibi bir mucizeden başka bir şey de beklemiyormuş ama yine de yıkıldıkça yıkılmış yonca,gülün yazın kapısına doğru giderken attığı her adımda…O günden sonra gülden ayrı geçen, buram buram yalnızlık kokan her gün bir şeyler götürmeye başlamış biçare yoncadan.Her gün batan güneşle birlikte mutluluğu da batıyor onun yerine hüzün doğuyormuş yoncanın gönlüne.Biraz daha hüzün,biraz daha hüzün,biraz daha,biraz daha…Sonunda aşkının imkansızlığı yoncanın hayatını yaşanılmaz hale getirmiş.Artık dayanacak gücü kalmamış,gülünden ayrı yaşamaktansa ölümü yeğler olmuş ve intihar etmeye karar vermiş…Tüm hazırlığını tamamlamış ve esecek olan ilk rüzgarı beklemeye başlamış.Hayat kaynağı olan toprağını bırakıp kendini rüzgarın acı koynuna bırakacakmış yonca…Belki de en acı ölüm şekli olacakmış rüzgar çünkü rüzgarda da gülü hatırlatan birçok hatırası varmış…Her esen rüzgarda güle yapraklarının rüzgarla birlikte salınışını göstererek beceriksizce onu etkilemeye çalıştığını hatırlıyor acısına acı ekliyormuş,elinde olmadan.Ölürken de yine güle olan aşkının yıllarca verdiği ızdıraplarını hatırlaya hatırlaya öleceğini bilmenin de ne kadar acı olacağını anlamış yine acı çeke çeke…Ama olsun…Zaten acısız ölüm var mıdır ki şu dünyada?Bir yandan aklında bu düşünceler olanca hızıyla dolaşırken diğer yandan da gelecek olan ilk rüzgarı ,ölümü bekliyormuş yonca…Ölüm anı yaklaştıkça zaman giderek yavaş geçmeye başlıyormuş sanki yoncaya biraz daha acı çektirerek ona güle olan aşkının hesabını sormak istiyormuşçasına…
Ne kadar gariptir ki canlılar ömrü boyunca hep zamanın yavaş geçmesini,biraz daha Dünyada kalmayı isterken ölüm anları gelirken o bekleyiş yerine,o birazcık daha yaşama hırsı yerine bir an önce ölmeyi isterler ama o zaman da zaman geçmek bilmez.O anlarda zaman o kadar yavaş akar ki adeta durma noktasına gelir sanki o canlının ölümünü biraz daha izlemek ister.Bu yüzden zaman insanların en büyük ve yenilmez düşmanıdır ama yine de herkes yenileceğini bile bile onunla mücadele etmeye çalışır ve çaresiz çırpınışlar sergiler.Burada tek istisna intihar edenlerdir.Onlar diğer canlıların aksine zamanın ve hayatın üstünlüğünü kabul etmiş ve bu imkansız mücadeleden kendi isteğiyle çekilen kişilerdir ama hep o anlarda da zamanla anlaşmış gibi ölüm gecikir.Yoncanın durumu da aynen böyleymiş.
Yonca bu acı bekleyişin içindeyken aynı zamanda da tek tek yapraklarını koparıyor ve her yaprağına aşkını yazıyormuş satır satır…Her satırda gülünü anlatıyormuş ve sonra da gelecek sert rüzgarın habercisi olan meltemin koynuna bırakıyormuş yapraklarını “belki meltem aşkını yazdığı yaprakları güle götürür ve gül de okur da bana aşık olur ve son anda çeker beni bu dipsiz kuyudan” diye…Ömrü boyunca bir kere bile şans getirmeyen o dördüncü yaprağının varlığına ilk defa seviniyormuş yonca çünkü aşkına daha çok şiir yazabiliyormuş yonca o dördüncü yaprağı sayesinde.Kim bilir?Belki de dördüncü yaprağındaki o şansı da henüz doğmadan gül alıp götürmüştür yoncadan.Ne de olsa yoncanın kocaman aşkla dolu olan o küçücük kalbi dördüncü yaprağının en güzel yerinde gizliymiş.Şimdiyse diğer üçünü de gül için feda ediyormuş yonca…Gülsüz yapraklarının ne anlamı var ki?Ama her şeye rağmen ölmeden önce son şanstı o şanssız yapraklar yonca için…Dördüncü yaprağındaki şiirleri de bitirdikten sonra tüm olanlara rağmen teşekkür etmiş dördüncü yaprağına ve onu da bırakmış meltemin koynuna…
Zaten hep rüzgarlar alıyordu yoncadan bir şeyler alınırken…Güle ilk defa rüzgarda ağır ağır salınan yeşillerin en güzel tonunu sergileyen yapraklarını gördüğünde aşık olduğu o tuhaf gün geldi aklına…O gün rüzgar olmasaydı ve gülün saçlarını savurmasaydı belki de aşık olmayacaktı yonca,güle.
Yonca bu düşünceler içinde kıvranarak Allah’a zamanın bir an önce geçmesi ve ölümünün gelmesi için dua ederken duaları kabul olur ve sonunda beklenen rüzgar da tüm hiddetiyle gelip dayanır yoncanın kapısına onca sitemli bekleyişin hesabını en acı şekilde sormak istercesine…Artık yonca için ölüm kapının arkasında bekliyormuş.Aslında yoncayı kapının arkasında acımasızca bekleyen şey ölüm değil gülü ve ona olan aşkını unutmakmış.Yonca, gülü unutmanın ve huzura kavuşmanın hemen kapının arkasında olduğunu içine sindirince son kez derin bir nefeslik hava daha çalmış ona acıdan ve hüzünden başka hiçbir şey getirmeyen yalancı dünyadan.Derin bir solukla içine çektiği havayı ciğerlerinde hapsetmiş ve tek bir hareketle ardına kadar açmış kapısını ölüme…Kapının ardında sabırsızca bekleyen ölüm kapının açılmasıyla birlikte tüm kasvetiyle çökmüş yoncanın üzerine…Yonca son kez “Acaba gül yazdığım şiirleri okur da son anda gelir mi?” diye umutsuzca gülün evine doğru bakmış ama gördüğü tek şey gülün her zamanki gibi tüm güzelliğini yaza göstermeye çalışmasından başka bir şey değilmiş.İşte gördüğü son şeyden sonra gül içindeki son ışığını da kaybeder ve artık hiç gücü kalmaz.Tabii ki bu güçsüzlüğünden ilk yararlanan da rüzgar olur ve tek hamlede yoncayı evinden ve aynı zamanda da bu hayattan alıp götürür…Yonca içinde gördüğü o son andaki acıyla birlikte bu dünyadan göç edip sonsuz huzur bulacağı ebediyete doğru yol alır geride kocaman,masum bir aşk bırakarak…