ŞeBeKe’Sİ YOK YALNIZLIĞIN
“Bülbülden vefa bekleme; o her an başka bir gülün dalında öter.”
SADİ
Gri bir yalnızlıktı demir kapıdan çıkarken bıraktığım. Mevsimin ne ilk ne de son karıydı belki de yağan. Saat tam olarak kaçtı, türküyü söyleyen kimdi, bilmiyorum. Tek bildiğim; daha önce görmediğim ama bundan sonra görmeyi isteyeceğim bir yüzdü. Elinde beyaz bir kâğıt vardı kar tanecikleri arasında yanından geçerken. Geçtim ve gittim. Yanından geçerken “Kimmiş bu?” dedirtecek düşündürmüştü beni arabanın camına yapışan karları silerken…
Sonra bir sabah şaşkınlıkla sobanın yanında otururken, aramıza katılmışken gördüm onu. Yüzüne tam bakamamışken, yüzüme bulaşan şaşkınlığın, çok geçmeden aklımı meşgul edecek bir aşk sancısı olacağını nerden bilebilirdim ki… Daha o hafta sonu onu tanıdık bir yüzle sokakta görünce neden ve kime olduğunu bilmediğim bir kıskançlık alametiydi yüreğimi saran…
Boşlukta sallanan bir sandalyede buldum sonra kendimi. Ellerini ve gülüşünü sahiplendim önce. Sonra kızınca bana benzeyen yüzünü… Boyuna yetişemeyeceğim birine boyumdan büyük hisler beslemeye başladığımı, rüyamda birkaç kez görünce anladım.
Önceleri belirsiz, esmer bir yüzdü rüyamda gördüğüm… Adı ve sanı yoktu. Sadece çok güzel gülüyordu. Sonra onun yüzü beliriverdi birden; hem de yüzüme yakın bir mesafede. Sonra tek hatırladığım; uyandığımda yüzümdeki tebessüm…
Bir sahipleniştir başladı… Ona dair bildiğim tek şey; uzaklardan, sıcak bir şehirden geldiğiydi. Nedense hep daha fazlasını bilme arzusu içimi yakıp kavurdu. Soramadım da fazlasını, soramazdım da…
Bekleyeni ya da beklediği birinin olmadığını duyduğum an, belki de beni cesaretlendirdi. Her geçen gün, yüreğimde bir şeyleri harekete geçirdi. Bir süre, otobüs duraklarında bekleyişi beni de bekletti. Hep geç gelen, bazen de gelmeyen otobüsler, onu uzaktan seyretmeme engel oldu. Ben tüm bunları düşünürken o benim farkımda bile değildi. Kendimi fark ettirmek için de bir şeyler yapmadım zaten; yapamazdım da… Kendimden öteye yaptığım birkaç kaçamak bakıştan ibaretti Bu eylemlerim sonucu, gözlerinin kahverengi olduğunu gördüm.
Tüm yaşanmışlıklarımdan çıkardığım; bir akrep gibi kendi kendimi sokmak için çok zaman kaybetmediğimdi. Bulduğum ilk fırsatta kendim için bol acılısından öyküler yazabiliyordum kafamda. Kimseye söylemeden kendi içimde zehirlendiğim çok oldu. Nerde ulaşılmaz varsa ben onu seçiyordum. Kimilerine göre bu, aşkı en güzel yaşayanlardan biri yapıyordu beni. Ama ben bu öykünün kurmaca olmaktan çıkıp yaşanmasını istiyordum. Böylelikle de “karşılıksız sevenler top 10 listesi”ne gönüllü yazılmış oluyordum.
Gidip kapısını çalsam ve ”bende sana ait bir şey var” deyip yüreğimi sunma cesaretini göstersem… Bunu düşünmekle beraber geri çevrilme ihtimalinin yüzdesinin yüksek olduğunu da biliyorum. Hatta tabuları yıkamayacağımı da…
Derinlemesine hayal kurmaktan ve bunu gerçekleştirme olasılıklarıyla matematiksel alanda epeyce yol kat ettiğimi de biliyorum… Ona dair tek istediğim onunla zamanı çoğaltmak, onu yaşayarak tanımak…
Öyle yüksek bir yerde ki…
Uykusuzluk seanslarıyla sabah etmeye, gün ışığıyla yeni acılar doğurmaya başladım bile. Bu parçalanmışlıkla bu acıyı gönlümde saklamak o kadar zor ki… Birden gelen bu yabancı, tek kişilik hücreme gönderebilir beni.
Gönlümden geçen bir “şebeke”nin telleriyle boğulmak istemiyorum. Tüm acımasızlığına rağmen gönlüme kurulan son baz istasyonu olmasını istiyorum…
***
Demdir bu… Alın yazısını kar taneciklerinde sileceğim demdir…
İçimi yara yara geçerken yalnızlık, bütün umutlarımı yalancı baharlarda ayaza çaldırdım ben…
Dünden kalma siyah beyaz fotoğraflardan taşarken hüznüm, kahverengiye çalıyor yüzün.
Başa gelmedik platonik sevda kalmamışken, hangi rüzgâr savurdu seni bana?
Adını koyamamışken gidenlerin, sen benim neyim olacaksın ki?
Kaç güne sığacak adın, kaç uykuyu senin için böleceğim belki rüyama girersin diye?
Ömrümdeki bütün roller en acıklısından yazılmışken, tutkuyla bağlanılmış bir kadın karakteri ne zaman çıkarıldı tekstlerden?
Daha ne kadar ertelenecek kavuşma sahneleri?
Kendini aşamayan bir suflörlükten ne vakit kurtulacağım ben?
Tüm bilinmezlikler içinde aklıma zarar gülüşün…
Geldiğin günü bilmezken daha gideceğin gün takvimlere yazıldı bile…
Yüreğin yüreğime değmemişken, hangi tesadüfü umut sayacağım?
İçimde birikiyor keşfedilmemişliğin ince bir sızı gibi…
Yaşadığım tüm baharlar bir iz bırakmışken yüreğimde, bahar dediğim hep sararmış yapraklarda ellerimde ufalanıyor.
Tüm yağmurlar içime yağıyor… Ve yakıyor…
Bir bir yitmişken günler, hesabını soramadığım ne çok yaşanmışlık var yüzümdeki çizgilerde…
Adın yüreğime düşmüşken, bu kadar aşikârken yüzün, senin de gelmeden gideceğini biliyorum aslında…
Yalancı bir tebessüm sızarken dudaklarından,”şehirden bir çocuk sevme” sancısı çekerek gideceğim bu kentten…
Titrek parmaklarımın ucunda yanan bir sigara dumanıyla kaybolacağım ince, uzun parmaklarının ardında.
Ellerinle hiç hasbıhal etmeyecek yüzüm.
Senin biletin kesilmiş olacak bir başka sevgiliye…
Bense hiç yaşanmamış sayılacağım.
Adını zihnime kaydetmişken senden habersiz, cevapsız kalacak bütün çağrılar…
Tek ortaklığımız bir telefonun soğuk renginde bulunmuşken, sen yine de yüreğini bana yönlendir…
Gaybana gecelerde artan tedirginliğim, militan tüm hislerimi darağacında sallandırmakla bitiyor…
Belki de terk edilmiş tren istasyonlarında gelmeyeni bekleyen son bekçiyim.
Denize hasret, alabora olmuşken, elleri üşümüş ve küçülmüş tek gözcüyüm.
Demdir bu…
Gönlüme cemre gibi düştüğün dem…
Gözlerinle karanlığı deleceğin dem…
***
Önce hayatın adı değişti
Gönlüme adın düşünce
“sen” oldu…
Sonra gecem de gündüzüm de
Uykum da uykusuzluğum da
“sen” oldun…
Adınla başladığım tüm cümleler
Ya yarım kaldı
Ya hiç kurulamadı…
Yüreğimdeki yerini görsen
Severdin belki…
Anlatamadım…
Söz uçtu,
Sır oldu…
Sonra yine gündüzüm karanlık oldu
Esmer gülüşünde…
Harman dalına tutunmuş
Bir özlemdi bendeki
Hiç bitmeyen…
Aydın gibi aydınlıktı yüzün
Bendeki ise sadece hüzün…
Rumuzlara sığdırıp adını
Yüksek sesle tekrarladım
Kendi telimde…
Her aşk biraz hüzzamdır ya,
Bendeki bütün şarkılar
Hüzzam makamında kaldı.
Yüzüne baktıkça
Yüzümün coğrafyası değişti,
Haritası silindi mutlulukların.
Adresi belli şiirler dökülürken dudaklarımdan
Sen hep terkedilmiş adres olmak istedin
Ve oldun…
Bense hep senin benim sokağımda oturmanı
Bekledim sessizce
Ve kırgın…
Hayata bir sıfır yenik başlama skorunu
Senin değiştirmeni umdum.
Adının geçtiği tüm cümleler,
Sansüre takıldı.
Her şeye rağmen saklımda kaldı özlemlerim.
Yitirmişken tüm umutları
Senden yana bir bir,
Yüzün ve gülüşün yüreğimde bir sır…
Gecemi benim esirim, ben mi gecenin esiriyim bilmiyorum. Öyle garip bir duygu ki, tarifi yok bunun. Bir sardunya kokusuyla kaybolmuş gibiyim.
Yok, başka bir şey bu. Bu kadar imkânsız olabilecek, ne bir düş ne de bir gerçek var.”Yok ben de yüzünün bir karşılığı…” Yok, ben de gözlerinin içine bakma cesareti…
Yüreğimi esir alan bu bağımlılık, titrek bir mum ışığında sonlanmak bilmeyen acıları ve korkuları getiriyor. Geceyle birlikte tükeniyorum.
Bu şehirden gitme vakti çoktan gelmiş. Nasıl olsa sende bana ait hiçbir şey yok. Belki de sadece merhamet, bana sınırsız sunduğun.
Bir tek şehir ağlayacak ardımdan. Sen sevdiğimi bile bilmeyeceksin. Bu şehirden gitmek, kendimden kaçmak ve yeni bir ben yaratma umudundan ibaret. Tütün sarısı hüzünlerde çoğalacak yalnızlığım. Artacak dilimde sana ait sözler…
İhtimallere sığdırılmış bir yaşam benim seçtiğim. Son otobüse yetişip gitmeliyim dağları delerek denize doğru. En çok da gülüşün çınlayacak kulaklarımda. Karanlık perde perde inecek üzerime.
Yüreğimdeki can çekişen umudu görsen şaşarsın. Her ne kadar bilinmezlikler üzerine konmuş bir aşk serçesi olsan da gün doğuyorsa her şeye rağmen aksatmadan, belki benim için de zulasında bir şeyleri vardır. Çocuk gülüşünde benim için de bir şeyleri vardır.
Kuru bir dal değil ki yüreğimdeki kesip atayım. Geceyi uyutup kapımı çalan yalnızlığı kırk kilide vurup saklayacağım anahtar onda. Mahmur bakışlarının nasıl olduğunu kestiremezken daha, bu sessiz çığlıklar nasıl son bulur?
***
Üşüdüm, tenimdeki tüm titremeler senden…
Biraz daha derin kesiyorum parmağımı, acın iz bıraksın diye…
Bir gülüşe sığmayacak o kadar çok yaşanmışlık var ki yüzünde. Sende benden bir şey olmasa bu kadar derin bakar mıydım kaçamak bakışlarla yüzüne?
Utangaç bir kelime dökülürken dilimden, öznesi gizli kalmış cümlelerin gereklilik kipinde, üçüncü tekil şahısta gizli kalıyor adın. Gönlümdeki barışı imzalayacak belki de sensin. Senin dışında kalan her şey top ve tüfek sesinde kayboluyor. Benden arşınlarca uzaktayken, sesini özlüyorum bir bilinmezlik içinde.
Hasret türkülerinde kayboluyor adın. Çoğulcu suskunluklarda yitiyorum…
Ruh ve beden üşümesi bu. Ruhuma inen hayali ellerin bir hayat iksiri gibi sarıyor beni. Yüzüme yayılan melankoli, sesiz bir senfoninin en dokunaklı yerinde derinleşiyor…
Gizli kalmış ne varsa aşikâr edilmeli ve sahibine söylenmeliydi…
Gittim… Sustum…
Gittik… Sustuk…
Suskunluğum göğsüme sığmayıp ağzımdan taştığı vakit…
Bildin… Sustun…
Söyledim…
Kelimelere sığmayacak bir heyecan, tedirginlik bir bildiriye dönüştü.
Beklemedeyim…
Yüreğimi saran şey sanki bir korkuyu ve bir endişeyi büyütüyor…
Ölüm fermanı değil ya; sevda manifestosuydu soğuk titreşimlerle iletilen.
Cevapsız kalan bir çağrıyı duymadığım için sızlanıyorum kendi kendime.
Gün o günün öncesinde de olduğu gibi yine çok erken başladı. Gecenin yıkadığı sokaklara gün yavaş yavaş doğarken, içimde derin bir sızıyla uyandım. Ağladım; efkârımı arda arda gelen sigara dumanlarıyla dillendirdim. Gece yağmak bilmeyen yağmur, gözlerimden süzülerek şehrin kaldırım taşlarını yıkadı o uyurken. Gecenin onun üzerinden ayrılacağı anı bekledim, içimi kanatan şarkılarla beraber.
Ya gerçekten bir daha gelmezse…
Saat 08.10
Telaşla köşeyi döndü. Yüzündeki neyin ifadesiydi?
Ya benim yüzümdeki?
O geliş, bir daha hiç gitmeyeceği geliş olmalıydı. Ne çok istedim; yanındayken suçluluk duygusundan sıyrılıp kahverengi gözlerinin en derin noktasına bakmayı…
Sessizliği bir sigara dumanı böldü. Dudaklarının değdiği sigaranın dumanı içimi yara yara tüm hücrelerime yayıldı. Ve bu kadar suskunluktan sonra, bana verebileceği sözsüz en iyi cevaptı belki de bu.
Gülüşünü değecek nice güzellik senin olmalı…
Seni anlatacak tüm cümleler yavan kalıyor, konuşamıyorum. Baharda bir bağbozumu yaşıyorum, bilinen tüm dengeleri altüst ederek.
Seni her görüşümde biraz daha tükeniyorum. Bu şehirden gitsem de yanımda en çok seni götüreceğim.
Görmediğim anlarda bile yüreğimi kesiyor ayaz gözlerin…
Uykuda daha güzeldir yüzün…
Şebekem koptu…
***
Sessizliği yırtıp bir çığlıkla başlayan nöbetlerle tükeniyor zaman… Gece indiğinde şehrin üstüne, sesim daha ağlamaklı. Kirpiklerime tutunan birkaç damla yaş, içime akıttıklarımdan habersiz yol alıyor yüzümün kaybolmaya yüz tutmuş haritasında.
Geceyle gelen bir yanılgı mı bu?
Geceden sonra da beklese ya, gülen gözlerin beni köşe başında?
Yüreğimin en deli köşesine gelip oturmuşken varlığın, benim varlığım sadece bir tanışıklıkta kalmamalı. Böylesine yalnız, böylesine çaresiz, böylesine muamma bir “ruh üşümesi” yaşamadım ben. Beni daha da fazla yaralayan, sen olmadan geçen zaman ve sana geç kalmışlığın ıstırabı…
Bana söyleyeceğin birkaç cümleden ibaretken, ben hep daha fazlasını bekledim. Bana vereceğin bir şeyler olduğu saplantısına saplanıp kalmışken, aynı mekânı paylaşmak bilemezsin ne zor… Hele de gözlerine değmeden tükenip gitmişken gün…
Bense her günü seni biraz daha fazla görebilme umuduyla yaşıyorum.
Ne kadar uğraşsam da bana doğru akmıyor zaman… Pencereye yaslanıp elinde kahve fincanını tutarken, köşe başından çıkıp gelmesini beklediğin ben olsam… Ya da bir sabah uyandığımda yastığıma sinmiş kokun hafızama kazınsa… Bir de hayatım şart kipinden kurtulup seninle geniş zamanlara yayılsa…
Gönlüme seni misafir ettiğimden beri hiç rahat uyku uyumadım. Uyandığımda sana uzak olmanın verdiği derin sızı tüketti beni. Rüyamda bile yalnız kalmışlığım, sana olan hasretimi, gönüllü sürgünlüğümü artırdı. Hayata tutunmak için seçmiştim seni ama şimdi daha çok emekliyorum dizlerimin üstünde…
Ağlamadığım zamanlarda da iyi olmayı başarmalıyım. Gözlerime hapsolmuş boş noktalar belirginleşmeli.
Her bahar yağmurunun ardında gökkuşağı doğar benim mevsimimde. Böyle içine içine yağan yağmurlar, hangi iklime ait ki renklerin cümbüşünden mahrum bırakıyor beni?
Benzer acılar coğrafyasında kök salmışken geçmişimiz, birbirimizden uzağa düşüyoruz. Ortak paydalarımızı eşitleme vakti gelmişken, konuşmaktan bile kaçıyoruz.
Ve hep susuyoruz, aynı mekânlarda…
Parçalanmış ruhlarımızı saklıyoruz kendimizden…
Noktaları birleştirince “doğru” oluyormuş ya; yalan! Yok, öyle bir şey… Her şey bitmek için başlıyor sanki. Ve dramatik kaygılar, yüksek gerilim hattına yakalanmış kuşlar gibi ölüyor. Ölü kuşlar gibi sınırsız bir coğrafyada yok olup gidiyor leş kargalarının gagasında…
Sonra neresinden tutsam hayatın, elimde kalıyor her bir parçası. Nasıl bir yapboz ki bu yıllardır tamamlanamadı? Gülüşüne bir ömrü sığdırabilecekken tuzlu damlalarda boğuluyorum ben.”Acılar denizi”ne cankurtaran olmadan dalanlardanım.
Adın yüreğimin arka sokaklarında özelleşmişken, yüzüme yakışan bir avuç hüzün oluyor.
Sonra, sırf seni anlatmak için ayrıcalıklı sözcükler seçiyorum lügatten. Anlamlandırması ve taşınması güç cümleler dökülürken gecenin en tenha saatinde dilimden, yine de diyorum ki; iyi ki varsın!
Dostluktan çok ötesiydi düşler sokağında gördüğüm. Şimdi, sessiz isyan başlamışken yüreğimde göç vaktidir…
Gitmeli bu şehirden…
Yüreğime sığmasa da özlemim, düşlerim; gitmeli bu şehirden…
Biraz melankoli, biraz hasret, bir tutam bakışta kaybolmuşken, kendimi yeniden arama vaktidir. Bulup da yitirdiğim her şey, bir kez daha belirginleşiyor gözlerimde…
Susup da söylemediğim ne çok şey var içimde…
Sevgin cesur olmayı öğretmeseydi bana, karanlığı yırtmak için kahverengi gözlerini seçer miydim?
Senin için uykusuzluğu “kavuşma” sayar mıydım?
Bir bakışla bir gün yetinmeyi mutluluk bilir miydim?
Çaresizliğin bir adının da “sen” olduğunu söyler miydim?
Yalan-yanlış sana ait ne kadar söz varsa yüreğime umut diye koyar mıydım?
Dedim ya; noktaları birleştirince “doğru” olmazmış diye… Bazı noktalar da hayatın tam üstüne konur. Noktayı koysan da benim elimde hala üç nokta duruyor… Demek ki, ömrümün bu deminde bile bana uyan masallar var…
Boyumdan büyük bir sevdanın gölgesine sığınmışken, senin bana gelme ihtimalini yitirmişken bile içimdeki can çekişen umuda ne diyeyim ben?
Ne diyeyim şimdi hıçkırıklarımı gizlediğim duvarlara?
Sonra, seni düşünerek ağladığım türküler, hangi turna kanadında asılı kalacak?
Bir de senin için biriktirdiğim sonra da sigara dumanına katıp efkârlandığım “yoldaş” sözcükler ne olacak?
Vericisi koparılmış, ŞeBeKe’si olmayan telefon direkleri kadar yalnızım.
Bir dağ başının sessizliğidir yüreğime oturan… Sözlerini tükenmez kalemle zihnime yazmışken, güneş yüzü görmeden açan çiçekler gibi solgunum. Baharı müjdeleyen sümbüller açtığında, “ayrılık” vaktidir.
Sayfalara sığmamışken adın, dudaklarımda kekre bir tebessüm gülüşlerinden çaldığım…
Dokunsan un ufak olacağım, biliyorum… Yüreğimi yüreğine dokunduramamışken, asla pişman olmayacağım bir firara gebe bu gece. Sen uykuyu gözlerine merhem diye sürmüşken bu saatte, ben yitirdiklerimi sorguluyorum karanlıklarda…
İsimsizler listesine yazılmışken sende bu bütün çağrılar, sen yine deli düşümsün…
“Ben sende bütün ömrümü temize çektim.”
***
Sen ömrümden geçerken ilkbahardı. Kayısı ağaçları belki de hiç bu kadar hüzünlü açmamıştı. Yüzüme vuran ılık bahar rüzgârı beni bu denli hiç yakmamıştı.
Yarayı başka bir yarayla tımar etme isteğiydi belki de bendeki. Ama olmadı. Sen gönlümdeki duygulardan daha asiydin. Gülüşün bir mavilikti önümde, sonsuza açılan. Yaşadığım hiçbir şey, yüzüme kapanan bir pencerenin soğukluğunu hiç bu denli hissettirmemişti. Bulamadan, ararken kaybettim önce kendimi sonra da bana gelmeyen seni…
Tabanlarını vura vura geçerken içimde tüm yaşanmışlıklar, adın bir rumuzda gizli kaldı. Kendime bile yüksek sesle söyleyemediklerim, itiraf olarak yazıldı künyeme.
Kalem kırıldı, söz tükendi bende.
Seni görmeden de yaşamayı başarabilsem. Gece inip de karanlık bir yorgan gibi üzerimi örttüğünde üşümesem sensizlikten.
Eskiden de bu kadar hüzünlü müydü şarkılar? Bu kadar çok kanatır mıydı yüreğimizi?
Zamanı olmayan bir tarih düşümü bu ömrüme…
Bir başlangıca başlık koymak o kadar kolayken, bir bitişe ad koymak o kadar zor ki… Kırmızıyla başladığım öykü yine kırmızıyla bitiyor.
Yazdığım tüm senaryoları ben oynuyorum. Figüran olarak kalıyor diğerleri ömrümde. Şizofren bir tutkuya dönüşmüşken yüreğimde, ya hiçbir şey anlatamadığım için ya da çok şeyi dillendirdiğim için tükendi her şey. Sabahı bulmayan geceleri, bir baykuş misali karanlıkta gözlerini arayarak ve bildiğim tüm şiirleri kendime okuyarak bitiriyorum.
Ne garip değil mi, ben giderken en çok seni götürüyorum yüreğimde, yine de en çok sen kalıyorsun geride. Herkese bülbül kesilen dilin bana bir türlü “gel” diyemedi.
Hayat tüm kırılganlıklarını bana yüklemeseydi, senin beni kırman bir tebessümle hatırlanacak kadar hoş olabilirdi. Tüm faturası bana kesilmişken talihsizliğin, gözlerimi kanatırcasına geçiyor zaman ve sen zamanın içinde bana doğru akmıyorsun. Tam saçlarından yakaladığımı düşünmüşken hayatı, boşta kalan uzatılmış bir el oluyor.
Sana kızmak değil bu… Ama sevilmemek, çıkamadığım merdivenlerde oturup ağlamayı daha çok anımsatıyor. Şu hayatta bir tutunmadan çıkamadığım merdivenler bir de aşk bu kadar alt etti beni. En çok da sana âşık olduğumda ne denli çaresiz olduğumu anladım.
Tene hasretlik değil bu, bir cana hasretlik. Artık sana söyleyeceğim tüm sözleri saklı tutuyorum yüreğimde. Ama itiraf ediyorum; caddeye bakan evinin yolunu ben eskittim seni bir kere daha görme umuduyla… Bırakıp gidemiyorum da seni… Seni yanında götürmeye ikna edecek biri çıkarsa, belki o zaman kör bıçakla kesip atarım yüreğime açılan derin yarayı…
Ucuz şarap şişelerinde kaybolup yüzüne söyleyemediklerimi sıraladım benim olmayan odalarda. Senin bilmediklerini öğrendi, ben ağlarken acıma ortak insanlar…
Yıllanmış en güzel şarabı da acılara meze yapıp sende içtim. Bir başlasaydım konuşmaya, bardaktan boşanırcasına yağacaktı söyleyemediklerim ve gözümde tutamadıklarım. Uykunun en derininden uyanıp seni rüyamda bile görememenin acısı yüreğimi yakmışken sen susmayı tercih ettin hep…
Gözlerimi akıp giden zamanda, fikrimi çok bilinmeyenli bir denklemi kurgulama kısmında unutmuşken, nemenem bir şeydir yaşamak?
Nicedir, gözlerimizdeki durgunluk, bıkkınlık, bulanıklık?
Ayaza çekmişken umutları hayat, daha kaç zemheride ısıtmaya çalışacağım mağrur bedenimi?
Kırk kilide vurup saklamışken sevdayı, hangi vakit çözeceğim?
Her acı gelir geçer, unutulur da şizofren bir kaygıya dönüşmüşse akıbeti nice olacaktır?
Her sevda kendi öyküsünü yazar ya hayatta, bitmeyen bir sevdanın öyküsü nasıl yazılır ki?
Kelimelere dokundukça kanamaz mı yüreklerimizle birlikte parmak uçlarımız?
Sızlanmaz mı hüseyni yahut nihavent makamında bir şarkı?
Ağlamaklı olunmaz mı, susulmaz mı?
Her gidiş bir yıkımsa hayatta, parçaları toplamak kime kalır ki?
Karanlık bir gecede unutulan, süpürülen kimin aşkıydı çöpçüler elinde?
Şimdi hangi köpek sesine kaptırıp da çağlayacağım kesik kesik?
Kim dinler beni, sesim titrek hıçkırıklarda kaybolmuşken?
Bir camın buğusuna yazılmış, sonra da kaybolmuş bir yanılgı mıydı yaşamak?
Bu kadar benimsemişken yaşamın kırılganlıklarını, neden benim de unufak dağılacağım düşünülmedi acaba şu kıytırık yaşamda?
Ne yapma vaktidir şimdi?
Hangi dünden kalma yılgınlığım?
Kıyıya vuran ölü balıklar gibi tükenmişken, yitip gitmişken daha kaç zemheride umutlanacağız nevbahar için?
Kimden kalma ve neden bu suskunluk?
Yüzünü eskitemiyor zamanın acımasızlığı…
Sözlerimi de tüketemiyor…
Hep birikiyor, hep çoğalıyor…
Yollar, uzak diyarlara doğru kıvrıla kıvrıla denizi bulmuşken ”aydın”lığım sende kalıyor.
Gidince tükenmesinden korkmuştum belki de yüreğimde iz bırakan gülüşünün.
Rüyalarda görmek bile sansüre takılmışken, gün ışığında zihnime kazıdığım tebessümün gözlerimi “aydın”latan.
ŞeBeKesi gerçekten yok yalnızlığın.
Gönlümün hangi teline bassam sana dair ezgiler dökülüyor dudaklarımdan…
Hayatın bam teline senin bana acı veren tükenmez umudunla basıyorum.
Gelmezim olduğunu da biliyorum.
Ne gariptir ki, buna rağmen vazgeçemiyorum.
Anıtlaşacaksa bir sevda, senden gelen olsun istiyorum.
Sözcükler tükense de kalemimde, parmaklarımı kanatıp yazıyorum öykünü…
Acı vermese de sever miydim seni?
“?”
Nihavent bir şarkısın bende yüreğimi yakıp geçen…
Geceyi acıya bulayan da, gözyaşlarıma yol veren de sensin.
Yıldızların altına uzanıp en parlak yıldızla avunduğum da sensin.
Gidişini ağıt kıvamında türkülere sığdırıp kabullendiğim de…
Adın gibi olsun istedim gönlümde imzalanacak akit.
Ne geceler tükendi,
Ne yalnızlık…
Ne “aydın”lıklar benim oldu,
Ne seninle gelecek mutluluk…
Metresi bin para ederken soysuzluğun,
Değer verilmeyen bendeki hisler toplamı oluyor.
Sarıyor kollarını yalnızlık boğarcasına.
Bozkırın ortasında rüzgâra direnen yeşil bir dal gibi asi, bir o kadar da yorgunum beklemekten…
İçimde tomurcuklanmaya yüz tutmuş umut, kör bir kuyuya atılan taş gibi çıkarılmayı bekliyor.
……………Hiç eskimiyor gülüşün…………
Seninle beraber gelen sözcükler, beyaz bir kâğıdın üzerinde “dizin” oluşturulmayı bekliyor.
Bir tutam mavi, bir avuç gökyüzü, bir nefes deniz kokusuydu belki de seninle sende yaşamak…-Sen bende zaten varsın.-
En doğru cümle hangisi, sana dair kurmam gereken?
_?
Kurmaca bir öykünün başkahramanı olamayacak kadar gerçekken “delete” tuşuyla kaybolacak gibisin…
Bu hayatın neden “geri dönüşüm kutusu” yok ki?
Hiç yirmi dört saatim olmayacak mı seninle?
Ya “reset” lemeli bu hayatı, ya “delete” lemeli…
Taşınabilir belleğimsin sen benim; biraz da “aşk” sürücüsünde kurtarılmayı bekleyen “belgelerim”…
Formülü yok mu bu ikilemin?
Paradokslarda kaybolmasın gülüşün…
Yeter artık!
Al bendeki bu sevdayı:
KES!---KOPYALA!---YAPIŞTIR!
Ve bir klasör oluştur…
Yanlış perdeye basılmış, akordu bozulmuş bir kemanın telinde, detone olmuş çığlıklar dökülen bir yüreğin yansımasıydı aramızdaki…
Ne “sen” ile “ben” olabildik ne de “siz” ile “biz”…
İki araya sıkışmış, sığdırılmış bir tanışıklıktı belki aramızdaki.
Ortak kaygılarımız vardı belki de hayata dair…
Belki de hayat her ikimiz için de “HAY AT!” tı sadece…
Yaşamın yüzüne savrulacak küfürlerimiz de gülüşlerimiz de ortak olabilirdi…
“Do” dedim, gelmedin.
“Re” dedim, dönmedin.
“Mi” dedim, bilmedin.
“Fa” dedim, gülmedin.
“Sol” dedim, ”son” dedin.
“La” dedim, ağladım.
“Si” dedim, çektin gittin.
“Do” dedim, yine gelmedin.
“Doremifasollasido” dedin
Ve kayboldun…
“DOMİSOLMİMİSOLMİMİREDO DOMİSOLLASOLFASOLFAMİ”
Bu notalardaki şarkıyla bile olsa, sürse hayat ve sen hep yakınımda olsan… Hiç gitmesen ve hiç bitmesen…
Ne yapsam da olmuyor…
Şebekesi yok yalnızlığın!